- Mustafa Gökhan Yılmaz
BULANTI FİLMİ ÜZERİNE
Edebiyat ve sinema tarihi aslında eserleri ile veya siyasi fikirleri ile yâda düşünce yapısıyla, çektikleri arasında uçurum olan yazar senarist ve yönetmenlerle dolu diyebiliriz.
Zeki DEMİRKUBUZ’UN hem senaryosunu yazdığı hem yönetmenliğini yaptığı aynı zamanda başrolünde de yine kendisinin oynadığı bulantı filmi; varoluşçuluk çizgisinde ilerliyor ve karakterini bu yönde izleyiciye sunuyor...
Her sahnesinde insanın önüne birden fazla olasılık sunan ve bu ihtimallerden birini seçmemiz gerektiğini hissettiren ama bunun zihinde düşünüldüğü kadar kolay, izlenildiğinde akla geldiği kadar basit bir şey olmadığını göstermek; insanı bitiren, öldüren, gözlerinde kırışıklığa sebep olan şeyin akıp giden zaman değil de, bizzat insanın kendisini olduğunu gösterdi.
Edebiyata fazlasıyla düşkün olan Zeki DEMİRKUBUZ çektiği bütün filmlerde olduğu gibi bu filmde de bolca edebi gönderme yapmıştır. Her ne kadar edebiyattan bir hayli etkilenerek yazsa da, edebiyatı bir hikâye havuzu olarak görmekten vazgeçmiş bir yönetmen görüyoruz. Demirkubuz bize hakikati bulmak için edebiyatı ve sanatı öneriyor. Film orta yaşlarda bir üniversite de öğretim görevlisi olarak çalışan Ahmet’in gözünden yaşadığı zorluklar, benlik savaşı çelişen düşünceleri ve alt üst ilişkisinin farklı bir boyutunu anlatıyor.
Filmin tamamında sınıfsal kaygılar, kişilik bozuklukları, gidenin yerinin çok çabuk dolacağı gibi konulara fazlasıyla yer verilmiştir. Ahmet’in hayatına giren kadınlarında ve onların sergilediği davranışlarda kadınların birbirinden farklı karakterleri, kişiliklerinin mensup olduğu sınıflara göre değişmesi de bi hayli çarpıcı bir şekilde bizlere anlatılıyor. Ahmet kötü bir adam değildir. Ahmet hayata fazla anlam yüklemeyen ve kendini basit gören bir adamdır. Basitlik ve ego: Kendini basit göstermek isteyen Ahmet bunu yaparak içindeki şişkin egosunu da ortaya daha belirgin bir şekilde çıkarır. Zeki DEMİRKUBUZ bize ne istediğini ve hayattaki kavgasını ustaca bizlere anlatıyor. Ufacık bir hastalığından dolayı gittiği hastanenin dönüşünde bazı şeylerin farkına varıyor. Hayatın bir o kadar kısa olduğunu ve yaptığı akıl almaz şeylerin mantık çerçevesinde doğru olmadığını söylüyor. Bizim şişkin egolu Ahmet artık kendi içinde yenik düşmeye başlıyor. Elektrik kesintisi mum ışığı ve gölge oyunları burada yaptığı göndermeler filmin seyir zevkini tabana çıkarıyor.
‘’Elektriğin kesilmesi, uygarlığın bir süreliğine askıya alınması gibidir. Elektrik kesildiğinde bireyi dış dünyaya bağlayan akışta da aksama olur. Filmde sahneler arasında verilen uzun kararmalar da benzer bir askıya alınma halini anlatır. Bir sahne karardıktan sonra herhangi bir sahneyle devam edebiliriz sanki. Akış o kadar radikal bir şekilde kopar ki karakterin kendini sürdürebilmesi tehlikeye girer. Modern dünyada elektrik düğmesi bireyin elinde olmalıdır, yatmadan önce kendi iradesiyle elektriğini kesebilmelidir. Filmin finalinin büyük bir elektrik arızası ile yapılması da tesadüfî bir seçim değildir. Hesaplaşma dünyadan koparak mümkün olacaktır, hiç değilse bir süreliğine… O zaman elektriğin yapay ışığının yerini mumun yakıcı alevi alacaktır. Mum alevi cılızdır, dünya üzerindeki insan gibi güçsüz görünür gözümüze ama canımızı acıtacak kadar da kuvvetlidir. Belki eski dünyanın yüceltilmesi olarak eleştirilebilir ama burası modernlik hayalinin sıklıkla kesintiye uğradığı bir coğrafya olduğu için filmin beklenmedik bir yerellik vurgusu olarak da okunabilir. Hayalin kesintiye uğraması bir anlamda çıkıştır, kurtuluştur’’.
Filmin başından ortalarına kadar Ahmet’i anladığımızı düşünüyor ve onunla empati yaptığımızı sanıyoruz. Ama Ahmet’i filmin sonlarına doğru çok daha iyi anlayabiliyoruz. Onu kötü bir adam olarak zihnimize kazıyıp seviyoruz. Ahmet’i bize sevdiren ya da sevdirmekten ziyade anlamamıza yardımcı olan durum ise; Ercan KESAL’IN canlandırdığı doktorun sözleri diyebiliriz. Ahmet’i böyle yapan ne? Yalnız yaşaması mı? Yada etrafında bunca insan varken kimsenin o hissiyatı dolduramaması mı? Doktor bütün bunların çaresini söylüyor.
Mum ışığında sürekli büyüyen bir gölge görüyoruz. Bu bize Ahmet’in şişkin egosunu ve egosunun büyüklüğü karşısında un ufak olan benliğini içliğini anlatıyor. Diğer taraftan Ahmet’in evini temizleyerek geçinen bir temizlikçi kadınının hikâyesini anlamaya çalışırız. Belki de Ahmet’in istediği aileyi temsil eden alt sınıf kadını... Mumların gölgesinde küçücük, kırgın, boynu bükük kalan kadın...
Ahmet Anadolu’nun mumlarıyla yeraltına iner. Gözyaşları eşliğinde kaçtığı ve görmezden geldiği o duygunun içine sığınır. Ahmet içini tüketip bitiren cezasını kendisi vermeye başlayarak kırklı yaşlarında olgun olma eylemini göstermiştir. Ahmet’in bu durumu sahici mi geldi? Yoksa vicdanını rahatlatmak için mi? Bunun cevabını bize bırakıyor Demirkubuz.
